13 Ocak 2011 Perşembe

kendime küçük, sürpriz hediyeler...

Bu seyahat sırasında emrivaki de olsa, hesapta olmayan küçük hediyeler aldım kendime...

- Pilleri ile 1 gün bile zor dayanan doğumgünü makinesi (kompakt fotograf makinesi) artık sabrımı zorlamaya başlayınca, Madrid hediyesi o oldu.

- Sanırım bir 10yıl benim idare etmiş olan bavulumun önce taşıma kolu İspanya’da, sonra da çekme kolu Roma’da miyadını doldurunca, Roma hediyesi bir yeni bavul oldu. Ancak sokak pazarından 20Euro’ya aldığım bu bavul önceki kadar vefalı çıkar mı pek emin değilim :)

- Roma’nın son saatlerinde sohbeti bir türlü bırakamayıp, sonra da aceleden tren istasyonuna nasıl gideceğini bilemeyince 3 dakika ile kaçan tren sonrasında alınan yeni bir bilet. Bunun neresi hediye diyenlere… 2.bilet hediye oldu diye bakmak ilkinin acısını hafifletiyor :P

- Yeni yıl kutlamalarında meydandaki hengamede kim vurduya gidip kaybolan çoook sevdiğim beremin ardından kafayı üşütmemek için Las Ramblas'dan alınan yeni bere...

- Madrid’de El Rastro’dan alınan Flamenko afişi ve Roma’dan alınan 2 küçük güzel fotograf. Flamenko afişi almamdaki nedeni, afişi ayrıca fotograflayıp paylaşarak göstereceğim size ;) Roma fotografları ise tam bir photoshop harikası. Sanırım geri döndüğümde değişen sadece ben olmayacağım, evimde de ufak tefek pek çok değişiklik olacak.

- Tabii sonunda yurtdışından kendi magnetimi kendim alıyor olmanın keyfiyle abartıp da aldığım bi sürü bi sürü magnet de var. Öncekilerin bir çoğuna çekmece yolu hazır artık.

11 Ocak 2011 Salı

roma'da ilk 2 gün...

12:30

3 gün oldu roma'ya geleli... ispanya'dan sonra italya gerek düzeni gerekse genel havası nedeniyle pek sarmadı. madrid ve barselona'nın cıvıl cıvıl halini özlüyorum ne yalan söyliyeyim.

burada ilk iki günüm tam turist modundaydı. colosseo, forum, ispanyol merdivenleri, trevi çeşmesi, campo di fiori gibi bir çok turistik yer elimde fotograf makinesi turladım gene.

colosseo oldukça büyüleyici bir yer, hele de spartacus'ü seyrediyorken :) binlerce insanın orada toplandığını, çığlıkları, dökülen kanı düşünmek insanın tüylerini diken diken ediyor. asıl halinden geriye pek bir şey kalmamış tabi, arena olarak kullanılması yasaklandıktan sonra tüm değerli parçalarını söküp saraylarda vs kullanmışlar. hatta taşlarını bile. tarih de geri dönüşümlüymüş meğer :)

ispanyol merdivenleri ise biraz şişirilmiş geldi bana, montmatre'ın merdivenlerini çıkmışken burası hiç de göz korkutmuyor. ama trevi çeşmesi harikaydı... kenarında oturup suyun sesini dinlemek gerçekten tam bir terapi. tabii adet yerini buldu ve para atıldı havuzuna. gerçi iki rivayet var bununla ilgili, biri roma'ya tekrar gelmenin sözü, diğeri de hepimizin bildiği gibi aşkı bulmak. ben yüzsüzlük yapıp daha da fazlasını istedim. yerse artık :P

yemek olayı burada da oldukça başarılı tabii... pizza, panini ve penne denendi bile :) favorim panini... fotografına facebook'ta gelen yorumlara da bakılırsa bir çok kişinin listesinde ilk sıralarda zaten. ve tabii kahve! dönüşte starbucks beni kesmez artık sanırım :)

İki günüm daha var roma'da ve biraz da turist modundan çıkıp, fotograf makinesi sırtlanmadan sokaklarda kaybolmaya karar verdim. Trastevere ve Yahudi mahallesi bunun için ideal gözüküyor. Hem biraz daha yemek ve kahvenin ne sakıncası olur ki, değil mi?

yorumlar pek yakında burada :)
a

9 Ocak 2011 Pazar

yolculuk süresince özlediklerim / özlemediklerim

özlediklerim....
- kedilerim (teşekkürler dilge! sayende gözüm arkada kalmadı)
- sizler tabii ki !
- ezine peyniri ve domatesli pazar kahvaltılarım
- ufo'm
- balıkçı kenan 
- meyve :P
- taharet musluğu
- aşık olmak (etrafımda sürekli öpüşen koklaşanlar olunca)


özlemediklerim...
- çalışmak
- televizyon seyretmek
- istanbul trafiği (özellikle madrid'de metro muhteşem bir kolaylıktı)
- aşık olmak (her şeyin cicim öpüşmeleri sonrasında aldığı hali hatırlayınca)

barselona part II

ilk gün gerçekten dağılmış olacağım ki notlara "Madrid'de ilk gün" diye başlamışım :) aslında aklım Madrid'de kaldı işin doğrusu. Barselona'ya hiç geçmeden tüm zamanımı orada geçirebilirdim, hatta tüm hayatımı... Neden bilmiyorum ama çok etkiledi Madrid beni. Belki kompakt ama dolu dolu olduğundan, belki yeme-içme keyfinden, belki de hayatımda ilk defa sanatla bu kadar içli dışlı olmamı sağladığından...

Rubens, Saint George and the Dragon
İstanbul'da gezmediğim kadar müze gezdim 4 günde ve her biri ayrı güzeldi. Resme uzak biri olarak çok şey kaybettiğimi keşfettim. Thyssen-Bornemizsa'da Degas'dan Carpaccio'ya, Dali'den Monet'ye bir çok ressam, empresyonizmden naturalizme bir çok sanat akımı ile tanıştım. El Prado'da ise Rubens'in eserleri tek kelime ile olağanüstüydü. Fotograftan başka sanata yüz vermezdim şimdiye kadar ama varolanı farklı göstermektense yoktan var edebilmek daha çok ilgimi çekiyor artık. Sanırım İstanbul'da pek sergi kaçırmayacağım dönüşte... Ve umarım burada gördüklerim İstanbul'da da sergilenir bir gün. Ama itiraf ediyorum sürrealizm hala pek sıcak gelmiyor bana. Hala koca bir tabloda tek bir nokta ya da tek renk zemine anlam veremiyorum. O tabloların önünde durmuş resmi tartışan insanlarıı anlayabilmeyi çok isterdim.

Sagrada Familia

Yazı Madrid'e kaymadan, biz Barselona'ya geri dönelim... Barselona'da sanatsal anlamda büyüleyen elbette en başta Gaudi idi. Sagrada Familia ve La Pedrara'yı ağzım açık kalarak dolaştım. Bir de adamlar sesli rehber sistemini ve detayları o kadar güzel kurgulamışlar ki, etkilenmemeniz mümkün değil. Fotografları yakında facebook'a yükleyebilirsem de ne demek istediğimi daha iyi anlatabileceğim.



Barselona'yı gezerken tek bir sorun vardı: Soğuk! Hatta ayaz... Müzeler soğuk, dışarsı soğuk. Isınmak için arada girip dükkan dolaşıyordum artık. Hatta soğukta beklemeyi gözüm yemediği için ilk gün kapıdaki uzun kuyruğa girmeden sadece etrafını dolaştım. İçeri girmek Perşembe gününe kısmet oldu ve iyi ki de tekrar gitmişim. İnanılmaz bir mimari, kusursuz bir yapı... Keşke adamcağıza tramvay çarpmasaymış da bitirebilseymiş eserini. 1926'dan bu yana hala bitmemiş, tepesinde sürekli vinçler var. 100. ölüm yıldönümüne kadar tamamlayıp açmayı hedefliyorlar ama zaten şimdiden de kilise olarak görev görüyor.

Eğer Barselona'ya havanın sıcak olduğu ya da soğuğun dayanılabilir olduğu bir zamanda giderseniz, Sagrada Familia'nın dışına da uzun zaman ayırmanızı tavsiye ederim. Hatta ön ve arka cephesini rahatça görebileceğiniz birer kafede oturup bir yandan kahvenizi yudumlarken, bir yandan da uzun uzun inceleyin. Her saniye yeni bir şey keşfediyorsunuz, gerçekten inanılmaz bir eser. Yalnız Carrer de Mallorca tarafındaki açıkhava kafeye oturursanız aman dikkat! Hem kazık, hem de çalışanları bir odun!

Çeşit çeşit leziz tapas'lar
Geziniz bittiğinde muhtemelen karnınızda acıkmış olacağından arka sokaklara dalıp açık büfe tapas sunan lokal yerleri deneyebilirsiniz. Ne kadar ara sokaklara doğru girerseniz fiyatlar o kadar düşüyor ama lezzet hep iyi. Hatta Carrer de Sardenya üzerindeki Aitor'u tavsiye ederim. Açık büfe 13Euro, üstelik garsonda pek bir yakışıklı. Yani hem karnızın doyar hem de gözünüz gönlünüz açılır :)



Barselona gezisine Sagrada Familia'dan başlamak mantıklı çünkü şehir denize doğru hafif yokuş aşağı gittiğinden yürümek daha kolay oluyor gün ilerledikçe. Buradan Carrer de Provença üzeriden La Pedrara'ya geçebilirsiniz. Bu ikisi tüm bir gününüzü alabilir, benden söylemesi... Ve her ikisinde de mutlaka audioguide alın (4Euro)...

La Pedrara'dan sonra ise artık günlük sanatsal yükleme yeterli olacağından istikamet Las Ramblas olmalı. Paris'teki Champs Elysées tadında uzun bir cadde burası. Cadde 5 ayrı kısımdan oluşuyor ve her bir bölümünde "La Rambla" ile başlayan bir ismi var. Dolayısıyla topuna birden Las Ramblas demiş adamlar...

Birbirinden şık ve ünlü mağazalar sıralanıyor cadde boyunca... Louis Vuitton, Hermes, Swarovski, Burberry's vs vs... Fırsat bu fırsat daldım ben de LV'dan içeri... Geniş geniş bir tur attıktan sonra elimi bir ceketin fiyat etiketine uzattım: 1.300Euro! Derken bir elbise, 2.000Euro... Kafasında az evvel "ne alırsan 1Euro" magazasından alınmış kulak ısıtıcısı olan biri olarak artık oradan çıkmam gerektiğini anladım o an. O kapıdan bir kez daha girdiğimde cebimde bir şey alıp çıkmaya yetecek param olacak umarım. Ama o kadar parayı onlara verir miyim, işte ondan hiç emin değilim.

Hostele dönmeden evvel bütün gün gene bir şey yememiş olduğumdan kendimi Passeig Gracia ve Carrer de Consell köşesindeki Tapa Tapa'ya attım. Ve günün notlarını yazarken 2 tane "tinto de verano" ile sürüsüne bereket (özellikle de deniz mahsullü) tapas indirdim mideye. Tinto de verano İspanya'daki favori içkim. Buzlu limonlu kırmızı şarap oluyor kendisi. Tabii bu soğukta değilde yazın içmeli zaten adının anlamı da "yaz şarabı". Hafif Sangria ayarında ancak içerisinde bacardi ve vokta olmadığından gün içinde içmeye daha uygun... Bu arada tapaslarda da kırmızı et ve deniz mahsullü olanları öneririm nerede yerseniz yiyin. Ne de olsa burada jambon ve her türlü deniz mahsülünün en tazesini bulabileceğiniz bir ülke. En son İstanbul'daki balıkçının "kalamar var mı" sorusuna "taze yok, ispanya'dan gelen dondurulmuşu var" cevabına karşılık Barselona'da tıka basa yedim valla. Bu seçenekler hoşunuza gitmediyse daha bir sürü tapas kombinasyonu var. Sadece Tapa Tapa'da bile 59 alternatif var, düşünün artık.

Bu arada Ankara Tunalı Hilmi caddedi üzerinde de Tapa Tapa bir yer var ama buradaki ile bağı var mı bilmiyorum. Artık Ankara'ya gidip bunu öğrenmek de farz oldu :)

Bu arada garsonun "afiyet olsun" demesi de ilginçti tabii. Fas'tan gelmiş kendisi, adı Adil. İkide bir gelip Türkçe bir şeyler söyledi, çok şirin. Barsolan'da son gün gittiğim Juan Miro müzesinden çıkarken pasaportumu geri veren çocuk da "teşekkürler" dedi zaten. İspanya'da Türkiye'yi görmemiş, duymamış olan yok gibi...