4 Aralık 2011 Pazar

yanılmışım...

Bir yolculuğa çıktım neredeyse tam bir yıl önce… Her şeyi bırakıp… Evi, sevgiliyi, işi… Sanmıştım ki eğer bırakıp gidersem bir şeyleri, döndüğümde bıraktığım yerden başlamam. Kilometrelerce uzağa gittim, bilmediğim bir yerlere ve dilini bilmediğim insanların arasına… Sanmıştım ki, bilmediklerimin içine atarsam o çok bilen zihnimi, bırakır geride burada kurcalayıp durduğu şeyleri… Apar topar çizip rotayı, aceleyle topladım pılı pırtıyı ve atladım uçağa. Sanmıştım ki ne kadar çabuk olursa gidişim, o kadar derin nefes alırım gittiğim yerde…

Yanılmışım…

Gittiğim yerde gördüğüm her şey farklı, tanıdığım herkes yabancıydı. Sanmıştım ki farklı şeylere bakıp yabancı yaşamlara yaklaşırsam, o kadar tanırım bendeki eksiği… Saatlerce iç içe geçmiş sokaklarda yürüdüm, üşüyen bedenimi umursamadan.  Sanmıştım ki soğuğu umursamadan kaybolursam yollarda, içimdeki sıcaklığı bulurum bir çıkmaz sokakta. … Şehir değiştirdim, ülke değiştirdim yolculuk boyunca. Sanmıştım ki uzun zaman kalmazsam bir yerlerde, uzun zaman kalmayı özlerim birilerinde…

Yanılmışım…

Döndüğümde tam da bıraktığım gibi bulacakmışım meğer her şeyi.
Kilometrelerce uzakta yine bir düşünce kadar yakın kalmışlar bana…
Bilmediklerimin en derinine bırakmışken kendimi, en bildiğim yine benimleymiş.
Bavula sığdırdığım pılı pırtıdan çok hayatıma sığdırdığım çer çöpmüş ağır olan…
Gittiğim kadar çabuk olmuş dönüşüm, belki de hiç gitmediğimden bir yanımla.
Aldığım her derin nefes, beklediğim kadar hafifletmemiş ruhumu…

Yanılmışım…

Ne kadar farklı olsa da sokaklar, ne kadar çok insan tanısam da benmişim kendime yabancı olan.
Eksik sandığımı bulmak için bakmam gereken üşüyen bedenimden fazlasıymış aslında…
Yolumu bulamadığım her sokak hayatımdan bir zamanmış ruhumu içinde kaybettiğim.
Dışardaki soğuk değil, içimdeki sıcaklıkmış bulunmayı bekleyen…
Değişse de şehirler ve ülkeler, yolculukta asıl kendine izin vermeliymişsin değişesin diye.
Ve birilerinde değil kendinde kaldığında özlem bitermiş…

Yanılmışım…

İyi ki de yanılmışım… 

İyi ki de yanlışlar yapmışım…

Öğrendim ki yanlışlar doğruları götürmez, getirirmiş meğerse…


21 Şubat 2011 Pazartesi

ruhuna akşam basarsa...

bugün keyfim yok... kendini incelemeye, sorgulamaya ve değiştirmeye başladığında çarptığın bir duvar sanırım bu! alıştıklarından, alışkanlıklarından vazgeçmeye çalışırken senden vazgeçemeyen nevrozlarının çırpınışları... çünkü nevrozlarımız bizi, biz nevrozlarımızı seviyoruz. her şeyi kontrol etmeyi, mükemmeliyetciliği, kurban rolü oynamayı, ego mastürbasyonunu seviyoruz. çünkü zorlanmak, yaşamak demek çoğumuz için. ve ne zaman ki bunlarla hayatı yokuşa sürmektense, kabul etmeyi ve basit yaşamayı deniyoruz işte o zaman bir sersemliyoruz biz.

ağlayamıyorum... oysa ki bu akşam - ve bir süredir - haykıra haykıra ağlamaya ne kadar da ihtiyacım var. nedensiz... sadece ağlamak, birilerine kızdığımdan, sinirlerim bozulduğundan ya da üzüldüğümden değil. sadece ağlamak istediğim, ruhumu boşaltmak istediğim için...

hayır, depresyon falan değil bu. tersine daha kolay, daha geçici ve daha doğal bir şey. sanki içimde bir şey sıkışmış da akıp gitmek ister gibi. akıtıp ruhumdan göndermek istediklerimi topladım da atma zamanım geldi gibi. yerine yenilerini koymak için eskileri atma zamanı geldi sanırım sonunda!

ruhuna akşam basarsa... ardından elbet güneş doğar...
bırak kararsın gün, geceye izin ver, gün karanlığın sonunda doğar...

6 Şubat 2011 Pazar

hayat dener sizi...

hayat aldığınız kararlardan emin olmanızı bekler. boşa yormaz hiç kendisini, önce bir ne istediğinizi bilin sonrasında işi ona bırakın ister. bleki de bu yüzden ne istediğini bilmeyenler için hep bir şeyler eksiktir... ve gerçekten içten istediğinizde ve oluşunu gönül rahatlığı ile hayata bıraktığınızda gerçekleşir çoğu şey. "her şey" diyemem çünkü bazen de daha iyisini, başka bir zamanı ya da olmamasını doğru bulur hayat. burun kıvırır size...

olması içinse iki nokta önemli; içten olmak ve gerisini hayata bırakmak. ancak uygulaması yazıldığı kadar kolay değil maalesef. içten istemek bambaşka bir şey. kalpten istemek değil o sadece. aklınla, ruhunla, duygularınla, geçmişe ve geleceğe rağmen isteyebilmek... belki de istemek bile değil, "olacağını bilmek". eminim ki aslında hepiniz, bunu yaşadınız ve yaşıyorsunuz da. ama hayat o kadar hızlı ve biz kendimizi o kadar az dinliyoruz ki farkı görebilecek kadar durmuyoruz bunların üzerinde. oysa bir gün, bir yerlerde, bir şeylerin olacağını bildiniz ve oldu! tam istediğiniz zamanda, tam istediğiniz şekilde üstelik...bir kez emin olduğunuzda ve işin gerisini hayata bıraktığınızda oluyor çünkü.

isteğiniz netleştiğinde ve işi ona bıraktığınızda ise hayat, onu ne kadar istediğinizi sınar önce. isteğinize yaklaştıkça artan özgüveninize karşılık bir anda ne kadar aciz olduğunuzu hatırlatan olaylarla karşılaşırsınız ya da siz karar verene dek ortada olmayan bütün engeller bir anda tepenize üşüşür. affallar, ilk hevesle bir kaç hamle daha yapar ama çoğu zaman da peşini bırakırsınız. hayatın sizden daha güçlü olduğuna veya hak etmediğinize inanır, nevrozunuza yenik düşersiniz.

hayatımı değiştirmeye her kesin karar verişimde yaşadığım da tam bu... hayatla bu satrancımız kesintisiz sürmekte...

ilk test kasım 2009'daydı. işsiz bir dönem ardından yeni bir işe başlamıştım, tam da istediğim gibiydi. eksik ve mutsuz ilişkilerden sonra "işte bu o" dediğim bir adamla birlikteydim, hayatımın geri kalanının onunla geçeceğine emindim. "iş tamam, eş tamam" diyordum hep anneme, "geriye tadını çıkarmak kaldı"... derken, annem öldü... 2 ay içinde başladı ve bitti her şey. bir yandan onu kaybediyor, bir yandan ailem, dostum dediğim insanların saçma davranışları ile sarsılıyordum. yıllardır ayaklarımın üzerinde duruyorken, şimdi her şeyin anlamsızlaştığını ve acizliğimi görüyordum. ve artık hiçbir şey "tamam" değildi.

kendime o kadar güvenmiştim, o kadar inanmıştım ki hayat bana aslında ne kadar aciz olduğumu göstermeyi seçti. o dönemde değişmiyordum bence, itiraf ediyorum tanrıcılık oynuyordum. çok şımaran bir çocuğa, annesinin dayanamayıp tokadı yapıştırması gibi ben de cevabımı aldım. ve değişecekse her şey sıfırdan değişecekti artık... maalesef sonrasında aşk da, iş de pek başedilir olmadı ve geçen aralık ayındaki "reset"e kadar bu süreç devam etti. şimdi ise daha olgun, daha haddini bilir ve daha kabullenmiş halde yeniden başlıyorum.

(annemin vefatı ile ilgili yorumu ağır bulabilecekler için not: bunu bana bir ceza olarak görmüyorum. dinlenmesi gerekiyordu artık... hayatımla ilgili bu kararı almışken beni yalnız bırakması da doğru zamanlamaydı belki de. onun tarafından bakarsak benim "iş tamam, eş tamam" dönemimde gitmiş olması da çektiği acıyı hafifletti  muhtemelen. ama umarım arada bir uğruyordur gene de yanıma...)

işte bu yeniden başlama noktasında da bir test yaşandı geçtiğimiz günlerde. floransa'da kaldığım günlerden beri yaşadığım ufak bir semptom bir anda karşıma tüberküloz, verem, kanser kelimelerini getirdi google'da. apar topar hastaneye gidiş, film - tomografi - bronkoskopi derken geçtiğimiz hafta ciddi bir sorun olmadığını öğrendik hep beraber. (bu süreçte yanımda olan tüm dostlara tekrar çook teşekkürler)

elimde filmlerle doktorun kapısında sonuç göstermek üzere tek başıma beklediğim o 1buçuk saatlik süreci sanırım asla unutamayacağım ki bence değişimden emin olduğum an aslında o andı. annemden bu yana ilk defa bir hastaneye girmiş olmanın gerginliği, çıkabilecek istenmedik sonuçların korkusu, salt yalnızlık... derken ardı arkası kesilmeden süzülüp akmaya başlayan yaşlar, titreyen eller ve ne diyeceğini bilmediğimden açamadığım telefonlar, üstelik birilerinin sesini duymaya da o kadar ihtiyacım varken!

ama geçti, geriye hayatımın ne kadar değerli olduğunu ve onu değiştireceksem bu yolda kararlı olup ertelemeden, üşenmeden adımları atmaya devam etmem gerektiğini gördüm. zira istediğim gibi yaşayabileceğim ne kadar zamanım kaldığını bilmiyorum. ama istemediğim şekilde ne kadar uzun süre geçirdiğim belli!

hayat her an beklemediğiniz bir yerden vurup sizi sarsabilir, elinizdekileri alıp götürebilir. onunla işbirliği yapmak yerine biraz yukardan bakarsanız sizi silkeleyip kendinize getirmeyi de bilir. eğer ne istediğinizi bilir ve onu her test edişinde "haddinizi bilerek" istemeye devam ederseniz, hayat sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır. tabii zararınıza olabilecek ya da olmamasından hayırlar doğacak bir durumda ağırlığını koyabilir ve sizden buna saygı duyup kabullenmenizi bekleyecektir.

sevgiyle kalın,
a

30 Ocak 2011 Pazar

değiştirmek için değişmek...

geçmiş silindi, bugünü değiştirmek için değişmeye de karar verildi, şimdi bir yol haritası lazım... içten dışa bir değişim, benim gibi alışkanlıkları ve mevcut şartlarından ayrılmayı pek sevmeyen biri için çok tercih edilebilir bir yol değil. o yüzden dıştan içe gitmek daha doğru bir seçenek. işte bu yüzden bir kısmınızın yüzyüze, pek çoğunuzun facebook'ta şahit olduğu gibi dışı değiştirmeye başladık... öncelikle gardrop detoksu yapıldı, kimbilir kaç sezondur orada duran fazlalıklar ya atıldı ya elden geçsin diye terziye bırakıldı. yeni tarza uygun ihtiyaç listesi yapıldı. topuklular kutulardan çıkarıldı, takılar şifonyer üzerinde yerini aldı. saçlar renk ve şekil olarak değişti ve yorumlara bakılırsa iyi de oldu. devamında biraz bakım, biraz da eğitim ile bu kısmın "yapılacaklar" listesinin sonuna yaklaşmış olacağız. böylece içsel ve işsel anlamda olmak istediğim yere daha uygun hale gelecek görüntü de...

dışardan yenilenirken içerinin de üzerinde çalışmaya devam tabii ki. bu kısım ise biraz keyfi olacak şimdilik. zira çok yoruldum ve yıprandım şimdiye kadar. o yüzden öncelikle "keyif" kavramını yayacağız hayata. 3 hafta yokken öğrendiğim şeylerden biri buydu çünkü... sorunlar, sıkıntılar her yerde, herkeste var. bunları engellemek ya da azaltmak mümkün değil ama keyfi artırmak mümkün. e onu artırırsak yekünde dengeler değişir :)

pekiii bunu nasıl yapacağız? ister sokakta yürümek olsun, ister bir kahve içmek ya da evişi, yapılan her şeyden, yapıldığı anda keyif almayı öğrenerek... sonucu ya da kötüyü düşünerek değil, süreci "yaşayarak" yaparak ve yaşayarak her şeyi :)


bu ilk görev, ikincisi ise "sakin olmak". bunu okuduğunda zaten sakin bir insan olduğumu düşünenler olacaktır. yanlış da değil ama benim kasdettiğim davranışsal ya da ilişkisel anlamda bir sakinlik değil. bu anlamda da çook yol kat ettiğimi biliyorum, özellikle son ilişkim kesinlikle çok eğitti beni. "sakin olmak" ile asıl demek istediğim biraz sabretmek, biraz akışına bırakmak, biraz "bana ne" demek, biraz da sorgulamamak aslında belki de... çünkü her şeye yetişip, her şeyi kontrol etmeye çalışmanın bir yere varmadığı çok açık. bunu yapmaya çalıştığınızda geriye "hiçbir şey"den başka bir şey kalmıyor elde...

üçüncü sırada ise "kendini dinlemek" var. bir kaç ay önce fark ettim artık kendimi dinlemediğimi. aslında sanırım ben hiç dinlemedim ki kendimi. nasıl fark ettiğime gelince... yeşim'e gitmiştim bana kahve mi, bira mı içmek istediğimi sorunca kahve dedim, "moralim bozuk bira iyi gelmez" diyerek... kahve içildi bitti, arada dertleşildi, ağlaşıldı... yani kahve içmiş olmak da pek bir işe yaramadı aslında :). 2.tura geldiğimizde soru bu sefer şu şekilde geldi:
- ne içersin? ama ne "istiyorsun" onu söyle.

bazen basit, kısa anlar ya da cümleler büyük kapılar açabiliyor önümüzde... işte bu soru, hayatımdaki pek çok anda "istediğimi" düşünmeden cevap verdiğim ya da hareket ettiğimi fark etmemi sağladı. o günden beri bir cevap ya da karar anında, basit veya önemsiz bir durum da olsa, kendini dinlemeyi deniyorum. ve bu bizi tekrar birinci kavrama, keyfe, geri getiriyor. çünkü kendinizi dinleyerek yaşadığınızda, gerçekten istediğinizi yaşayabiliyor, tadını alabiliyor ya da yanlış seçimse içiniz acımadan oradan uzaklaşabiliyorsunuz.

işte yolculuğun ikinci yarısında atılan adımlar bunlar, dediğim gibi bu aşamada anlatılacaklar yenilen yemekler, gezilen yerler değil... biraz bana ve belki biraz da size ait ufak adımlar... bir gün benim, sizin ya da belki de şu anda tanımadığımız birinin hayatını değiştirecek yolculuklar...

sevgiyle kalın,
a

23 Ocak 2011 Pazar

yolculuk devam edecek...

Bir buçuk sene kadar önce "niye ben" sorularından sıkılıp hayatımı değiştirmeye karar vermiştim. Sanırım biraz yaş, biraz da yaşanmışlıklarla bu noktaya geliniyor hayatın belli bir döneminde. Kimi depresyona giriyor, kimi var olana "eyvallah" diyip devam ediyor, kimi de değiştirmeye -daha doğrusu değişmeye- karar veriyor.

Değişecek olan iş, ev ya da aşk değildi. Çok basitce söylemek gerekirse "bakış açısı"ydı. O değiştiğinde zaten hepsi değişebilecekti çünkü. Ancak önce annemin rahatsızlığı ve kaybı, derken aşk hayatında sıkça tekrarlanan keyifsiz süreçler ve işteki yoğunluk bu sürece taş koydu bir sene kadar. Ya da ben bunlara rağmen yoluma devam edecek gücü bulamadım o zaman.

Ve şimdi, hayata çekilen restin, uzaklaşıp kendini dinlemenin ardından kaldığım yerden devam etmeye hazırım! Peki nasıl olmuştu da olmak istemediğim bir yaşamın içine girmiştim ben?

Zaman içerisinde olanı kabul etmeyi ve mevcut şartlar içerisinde varolmaya çalışmayı benimsemiştim. Büyürken hep olanla yetinmenin, hatta olanın da temkinli tüketilmesini öğretti rahmetli annem. Bunu seçmekte pek de haksız değildi de. 2 çocuğu tek başına büyütebilmek için "az"ı öğretmeliydi... Okulda ise "mükemmel"i öğrettiler, daha doğrusu mükemmel olup, mükemmeli yapabileceğimize inandırdılar bizi. Sonraki hayatta kendini "seçilmiş" hissetmenin nasıl istenmedik travmalar yaratabileceğini düşünmeden...

Azla yetinmek mantıklı gelebilir, peki eğer bu "fazla"yı hayal edip, onu çağırmaktan alıkoyuyorsa o zaman ne derece doğru? Mükemmel için uğraşmak doğru olabilir, peki  mükemmel diye bir şeyin olmadığını unutup kendini anlamsızca paralamak ya da kusurları kabul edememek?

İşte bunlar ve benzeri daha bir çok öğretilmişlikler yüzünden olsa gerek, karamsar ve mükemmeliyetçi bir insan oldum çıktım ben. Kötüyü öngörmek her ne kadar profesyonel hayatımda bana çok yardımcı olsa da, "kötüyü düşünme"nin hiç de yararını görmedim. Mükemmel için uğraşıp, işkolik olmanın da...

Bunca yıl öğretilenler, inanılanlar, hayal kırıklıkları ve dahası varken tüm bunları değiştirmeye niyetlenmek oldukça ürkütücüydü 2 sene önce... Şimdi ise buna yetecek enerjim var, hayat bu kararımı defalarca sınayacak da olsa ben "inadına yaşamaya" hazırım. 

İşte bu yüzden bu blog devam edecek...Şimdiye kadar okuduğunuz keyifli, espirili yazılar olmayabilir bundan sonra. Daha içsel, karmaşık ve ciddi belki - ya da çok daha fazla gülersiniz kimbilir. Ama umarım izlemeye ve bu yoculukta yanımda olmaya devam edersiniz.

Sevgiler,

18 Ocak 2011 Salı

Home sweet home…

17 Ocak / 19:26

Evet artık dönüyorum. Bundan sonra da bloga ekleyecek çok yazım olacak. Yurtdışından yazmanın tadını İstanbul’dan geri dönük yazılar yazarken hisseder miyim bilmiyorum. Ama yazacak şeyler varken neden olmasın? Hem sizler okuyor olacaksınız muhtemelen. Ve de benim için hatırlamaya yardımcı birkaç satır daha olacak. Malum, çabuk unutmak gibi pek de sevmediğim bir özelliğim var maalesef.


Şu anda Roma-Istanbul THY uçağındayım. Dönüş menüsü de oldukça başarılıydı. Somon fümeli salata, beğendili tavuk, cheesecake ve tabii her zamanki gibi kırmızı şarap :). 

Geri dönmek güzel. İlk başta “gitmek” nasıl güzel geldiyse, şimdi de “dönmek” güzel. Sanırım doymuşum gezip tozmaya ve yalnızlığa. İtiraf ediyorum çok da kolay olmadı. Sıkıldığım, yorulduğum ve hatta üzüldüğüm anlar oldu. Ama toplamına baktığımda gidebilmiş olmak güzeldi, özellikle de dönebiliyorken. Yeni insanlarla tanışmak güzeldi, özellikle de İstanbul’da beni özleyen başka insanlar varken.

Nasıl da özledim! Evimi ve bebişlerimi, sizi, Moda’yı, konuşulanları anlamayı :P

bu yolculukta neler öğrendik...

1/ Tek başına seyahat çook keyifli ama fazla uzatmamak lazım, sıkıyor bir yerden sonra… O yüzden bir dahakine arkadaşlarla gidilecek mümkünse. Değilse? Olsun gene gidilir tek başına, startı verdik nasılsa :)

2/ Her şeyi görmeye çalışmayacaksın bir yere gittiğinde, az şey göreceksin belki  ama sindireceksin hepsini iyice. Yoksa hem yoruluyorsun, hem de geriye hatırlayacak bir şey kalmıyor.

3/ Hiç bilmediğin bir yere gidiyorsan, rehber kitaplardansa oraya gitmiş ya da orada yaşayanlara soracaksın önce. Herkesin bildiğindense, hiç kimsenin bilmediğini deneyimlemek çok daha keyifli oluyor çoğu zaman.

4/ Nerede yaşarsan yaşa, ne iş yapıyorsan yap bil ki dünyanın pek çok yerinde seninle aynı sorunları yaşayanlar var –hatta bazıları için hayat daha da katlanılmaz. O yüzden sahip oldukların için şükret ve anın tadını çıkart.

5/ Özen göster! Evim dediğin yere, yaşadığın hayata, yanındaki dostlara ve en en çok da kendine özen göster… Çünkü tüm sahip olduğun bu ve bir gün onları bırakıp gitmen gerekecek.

6/ Geçmişi unutmak için uğraşma, kafanı götürdüğün her yere o da gelecek. Onunla yaşamayı öğren ve geleceğini şekillendirmesine izin verme. Çünkü gelecek henüz yaşanmadı ve sen ne istersen o olabilir.

7/ Oyunun kurallarını sen belirle! Bu, senin hayatın… Var olanla yetinme mecburiyeti yok… Hayat sana istediklerini yaşayabilme şansını her zaman sunuyor, yeter ki fırsatları gör.

8/ İçinden geleni yapmak ve söylemekten çekinme. Yapmadığına pişman olmaktansa, yaptığına ol!

Tek başına seyahat etmek…

Avantajları 

* Aşağıdaki gibi anlamsız diyaloglarla vakit kaybetmiyorsun:
- Ne yapalım bugün?
- Bilmem ne yapsak acaba?
- Bilmem ki, sen ne yapmak istersin, şu müzeye mi gitsek?
- Hımm olabilir ama bu parka de gidebiliriz, önce bir şeyler mi yesek?
- Belki de, ne yemek istersin?
- Valla canım şunu çekiyor ama sen bunu yemek istersen…
- Bilmem ki…
- …
* İstediğin saatte yatıp, istediğin saatte kalkıyorsun. Kimse uyanıp da “hadi kalk artık” demiyor sana. Ya da uyuyakalmıyor yanında :)
* Sokaklarda dilediğince kaybolup, dükkanlarda istediğin kadar vakit geçirebiliyorsun. Ne de olsa yanında sıkılacak kimse yok durumdan. Ya da o gün, o saat hiçbir şey yapmak istemiyor da sadece sokakta oturup bir sigara tüttürmek istiyorsan “üff”lemiyor kimse sana.
* Yemek yerken ya da sokakta boş boş yürürken bile bir sürü insanla tanışabiliyorsun ya da istemiyorsan tanışmadan geçip gidebiliyorsun yanlarından.
* İstediğin gibi harcayabiliyorsun paranı, saçma sapan da olsa aldıkların kimsenin itirazı yok.

Dezavantajları
* Bütün gün gezip tozduktan sonra “la. amma gezdik” kritikleri yapacak insan bulamıyorsun. Ama tabii bunu ilerleyen saatlerde tanıştığın kişilerle uzun diyaloglarda anlatabiliyorsun o ayrı.
 * Alışverişte kendini durduramazsan her şeyi kendin taşıman gerekiyor, bir de fazla içmişsen o akşam kendini de taşıman gerekiyor :)
* Bir yerde tuvalete gitmeniz gerekse, tüm eşyalarınızı toplayıp cümleten girmeniz gerekiyor. Bu durumda da içerde iş biraz zor oluyor haliyle.
* Türkçe konuşup, “bak şimdi bu bizim orada olsa…” ile başlayan bir diyaloga giremiyor ve haliyle özlüyorsun kendi insanlarını.

İtalya ve kahve…


Kahve ile ilgili ufak bir araştırma yapmam gerek. Orada şöyle dumanı üzerinde tüten bir kahve içmek nasip olmadı bir türlü eğer kendim yapmadıysam. Bunun bir mantığı mı var acaba, biz de olsa içecek sıcaklığa gelsin diye 10 dakika beklersin… İyi kahve için suyun kaynamadan hemen önce ateşten alınması gerektiğini biliyorum ama o da bu kadar soğuk olmaz yahu. Tadına diyecek lafım yok, kesinlikle bu tadı arayacağım ama “bir kahve içeyim de içim ısınsın” yapamadım ya ona yanıyorum (Evet gerçekten içim dondu buralarda :P, en çok da ufo’mu özledim zaten o yüzden).

Bu arada kendime bir espresso cezvesi :P de alacağım dönüşte. Az ama sert kahveye alıştım burada, özellikle de Roma’da kalırken.

Floransa’dan Roma’ya dönüş…


17 Ocak / 12:47

Gidişteki kokoş teyzeye hiç laf etmemeliymişim. Onun laneti mi tuttu artık ne bilmiyorum ama şu an durum daha beter. İki İtalyan teyzenin arasında kalmış durumdayım bu sefer. Üstüne bir de her an kusacakmış gibi duran yaşlı amcamız var – ki Allahtan uyumaya karar verdi ve çıkardığı anlamsız sesler bir süreliğine kesildi. Yolculuğumuzun ilk yarım saati jambonlu sandviç ve mandalina kokuları arasında geçti. Şimdi karınları doyduğundan artık sohbet aşamasına geçtiler… Ama hangisi daha vahim bilmiyorum zira burada öğrendiğim kadarı ile burada susmak bilmiyor insanlar. Susmayı bırakın kısık sesle konuşmaktan tamamen bihaberler. Geçen yolculukta kokoş teyzenin benimle ilgili düşüncelerine benzerleri şimdi ben bu yeni yoldaşlar için aklımdan geçiriyorum sanırım bu sefer :P Ama daha bir saat var ve gerçekten çığlık atmak üzereyim… 
Restoran vagonuna gitsem mi acaba? İyi de ben 6. vagondayım, restoran ortada mıdır yoksa başta mı acaba? Ortada ise orta kaçıncı vagon? Ve ben bu soruları sorarken gelenci bilet kontrolörü hayatımı kurtardı, 7. vagonmuş meğer :).

Bir de interneti çözebilseydim ne güzel olacaktı. Gidişte bu da sorun olmamıştı, rahatça bağlanmıştım. Ama bu sefer, önceden tanımlandığı için midir nedir, bağlanamıyorum.

Evet sonunda restoran vagonundayım. Tabii onun kafeterya tarafında, zira genel olarak yeme-içmenin ne kadar pahallıya geldiğini düşünürsek trende kaça patlayacağını tahmin edemiyorum. Ama buradaki saadetim de uzun süremeyebilir. Ayakta ve serin bir yerde olmak ile teyzelerin sohbeti ve şarküteri kokuları arasında oturmak… Kötünün iyisini seçme zamanı! Sanırım burası iyi :P

Floransa’dan ayrılmak çok zor olmadı önceki şehirler gibi. Zaten 3-5 tane yer var görecek. Onları da ne kadar detayına girmek istediğinize bağlı olarak 1-2 günde bitirebilirsiniz. Müze ve kilise olayına Madrid ve Barselona’da yeterince doymuşken, artık çok da çekmiyordu canım Roma’dan beri onları. Ama Michelangelo’nun 5metrelik David hekeylini (hatta biri mermer, biri bronz kopyalarını), Venüs’ün Doğuşu’nu, Duomo ve Ponte Vecchio’yu gezip görmeden bitirmedim tabii. Ama Bardini Bahçeleri’ndeki yürüyüş ve Piazza Michelangelo’dan gün batımı kesinlikle liste başında… Zaten İtalya benim için günbatımı nereden daha iyi seyredilir ülkesi oldu. Fotografları görünce siz de hak vereceksiniz.

Pisa ise başlı başına harikaydı. 1 saatlik bir tren yolculuğu ile kolayca varabiliyorsunuz. Tren istasyonundan da ister yürüyerek, ister otobüsle gidiliyor meydana. Ve bakıyorsunuz kule gerçekten yamuk :) Kilisenin çan kulesi zemin nedeniyle gittikçe yatmış, titreşimden zarar gelmesin diye çanlarını bile susturmuşlar artık. Ama insanların tepesine çıkmasına izin var nasılsa. Tabii yıkılmadan ben de bir çıkmış olayım dedim ve bayıldım 15Euroyu. Zaten Floransa ve Pisa’da karşıdan karşıya geçseniz para isteyecekler neredeyse sizden… Özellikle Floransa’nın, atlattığı yangın ve seller sonrası restorasyon maliyetini nasıl çıkardığını tahmin etmek hiç zor değil. Öncekilerde 5-6Euro ödediğiniz müze vb’ne burada 10-15Euro veriyorsunuz.

Yemek de aynı şekilde, giderek arttı maliyetler. Bir kısmı içinize oturuyor ama çok şanslı olduğum zamanlar da olmadı değil. Mesela Roma’da foruma girmeden hemn önce yediğim panini -facebook’ta fotosu olan- , Trastevere’deki muhteşem pizza, Da Gusta’daki harika tiramisu, Campo di Fiori’deki cabarnet sauvignon… Hepsini helal ettim gitti! Floransa’da Pangie’s adlı küçük şirin restorandaki chianti ve tagliatelle ise yine liste başında olmayı hak edenler. Tiramisuları da hiç fena değildi doğrusu… Bir daha gidersem, kesin her akşam oradayım. Yemekleri ile olduğu kadar işletmecisi ve aşçısı tatlı İtalyan amcanın ilgisi de pek keyifliydi.

13 Ocak 2011 Perşembe

kendime küçük, sürpriz hediyeler...

Bu seyahat sırasında emrivaki de olsa, hesapta olmayan küçük hediyeler aldım kendime...

- Pilleri ile 1 gün bile zor dayanan doğumgünü makinesi (kompakt fotograf makinesi) artık sabrımı zorlamaya başlayınca, Madrid hediyesi o oldu.

- Sanırım bir 10yıl benim idare etmiş olan bavulumun önce taşıma kolu İspanya’da, sonra da çekme kolu Roma’da miyadını doldurunca, Roma hediyesi bir yeni bavul oldu. Ancak sokak pazarından 20Euro’ya aldığım bu bavul önceki kadar vefalı çıkar mı pek emin değilim :)

- Roma’nın son saatlerinde sohbeti bir türlü bırakamayıp, sonra da aceleden tren istasyonuna nasıl gideceğini bilemeyince 3 dakika ile kaçan tren sonrasında alınan yeni bir bilet. Bunun neresi hediye diyenlere… 2.bilet hediye oldu diye bakmak ilkinin acısını hafifletiyor :P

- Yeni yıl kutlamalarında meydandaki hengamede kim vurduya gidip kaybolan çoook sevdiğim beremin ardından kafayı üşütmemek için Las Ramblas'dan alınan yeni bere...

- Madrid’de El Rastro’dan alınan Flamenko afişi ve Roma’dan alınan 2 küçük güzel fotograf. Flamenko afişi almamdaki nedeni, afişi ayrıca fotograflayıp paylaşarak göstereceğim size ;) Roma fotografları ise tam bir photoshop harikası. Sanırım geri döndüğümde değişen sadece ben olmayacağım, evimde de ufak tefek pek çok değişiklik olacak.

- Tabii sonunda yurtdışından kendi magnetimi kendim alıyor olmanın keyfiyle abartıp da aldığım bi sürü bi sürü magnet de var. Öncekilerin bir çoğuna çekmece yolu hazır artık.

11 Ocak 2011 Salı

roma'da ilk 2 gün...

12:30

3 gün oldu roma'ya geleli... ispanya'dan sonra italya gerek düzeni gerekse genel havası nedeniyle pek sarmadı. madrid ve barselona'nın cıvıl cıvıl halini özlüyorum ne yalan söyliyeyim.

burada ilk iki günüm tam turist modundaydı. colosseo, forum, ispanyol merdivenleri, trevi çeşmesi, campo di fiori gibi bir çok turistik yer elimde fotograf makinesi turladım gene.

colosseo oldukça büyüleyici bir yer, hele de spartacus'ü seyrediyorken :) binlerce insanın orada toplandığını, çığlıkları, dökülen kanı düşünmek insanın tüylerini diken diken ediyor. asıl halinden geriye pek bir şey kalmamış tabi, arena olarak kullanılması yasaklandıktan sonra tüm değerli parçalarını söküp saraylarda vs kullanmışlar. hatta taşlarını bile. tarih de geri dönüşümlüymüş meğer :)

ispanyol merdivenleri ise biraz şişirilmiş geldi bana, montmatre'ın merdivenlerini çıkmışken burası hiç de göz korkutmuyor. ama trevi çeşmesi harikaydı... kenarında oturup suyun sesini dinlemek gerçekten tam bir terapi. tabii adet yerini buldu ve para atıldı havuzuna. gerçi iki rivayet var bununla ilgili, biri roma'ya tekrar gelmenin sözü, diğeri de hepimizin bildiği gibi aşkı bulmak. ben yüzsüzlük yapıp daha da fazlasını istedim. yerse artık :P

yemek olayı burada da oldukça başarılı tabii... pizza, panini ve penne denendi bile :) favorim panini... fotografına facebook'ta gelen yorumlara da bakılırsa bir çok kişinin listesinde ilk sıralarda zaten. ve tabii kahve! dönüşte starbucks beni kesmez artık sanırım :)

İki günüm daha var roma'da ve biraz da turist modundan çıkıp, fotograf makinesi sırtlanmadan sokaklarda kaybolmaya karar verdim. Trastevere ve Yahudi mahallesi bunun için ideal gözüküyor. Hem biraz daha yemek ve kahvenin ne sakıncası olur ki, değil mi?

yorumlar pek yakında burada :)
a

9 Ocak 2011 Pazar

yolculuk süresince özlediklerim / özlemediklerim

özlediklerim....
- kedilerim (teşekkürler dilge! sayende gözüm arkada kalmadı)
- sizler tabii ki !
- ezine peyniri ve domatesli pazar kahvaltılarım
- ufo'm
- balıkçı kenan 
- meyve :P
- taharet musluğu
- aşık olmak (etrafımda sürekli öpüşen koklaşanlar olunca)


özlemediklerim...
- çalışmak
- televizyon seyretmek
- istanbul trafiği (özellikle madrid'de metro muhteşem bir kolaylıktı)
- aşık olmak (her şeyin cicim öpüşmeleri sonrasında aldığı hali hatırlayınca)

barselona part II

ilk gün gerçekten dağılmış olacağım ki notlara "Madrid'de ilk gün" diye başlamışım :) aslında aklım Madrid'de kaldı işin doğrusu. Barselona'ya hiç geçmeden tüm zamanımı orada geçirebilirdim, hatta tüm hayatımı... Neden bilmiyorum ama çok etkiledi Madrid beni. Belki kompakt ama dolu dolu olduğundan, belki yeme-içme keyfinden, belki de hayatımda ilk defa sanatla bu kadar içli dışlı olmamı sağladığından...

Rubens, Saint George and the Dragon
İstanbul'da gezmediğim kadar müze gezdim 4 günde ve her biri ayrı güzeldi. Resme uzak biri olarak çok şey kaybettiğimi keşfettim. Thyssen-Bornemizsa'da Degas'dan Carpaccio'ya, Dali'den Monet'ye bir çok ressam, empresyonizmden naturalizme bir çok sanat akımı ile tanıştım. El Prado'da ise Rubens'in eserleri tek kelime ile olağanüstüydü. Fotograftan başka sanata yüz vermezdim şimdiye kadar ama varolanı farklı göstermektense yoktan var edebilmek daha çok ilgimi çekiyor artık. Sanırım İstanbul'da pek sergi kaçırmayacağım dönüşte... Ve umarım burada gördüklerim İstanbul'da da sergilenir bir gün. Ama itiraf ediyorum sürrealizm hala pek sıcak gelmiyor bana. Hala koca bir tabloda tek bir nokta ya da tek renk zemine anlam veremiyorum. O tabloların önünde durmuş resmi tartışan insanlarıı anlayabilmeyi çok isterdim.

Sagrada Familia

Yazı Madrid'e kaymadan, biz Barselona'ya geri dönelim... Barselona'da sanatsal anlamda büyüleyen elbette en başta Gaudi idi. Sagrada Familia ve La Pedrara'yı ağzım açık kalarak dolaştım. Bir de adamlar sesli rehber sistemini ve detayları o kadar güzel kurgulamışlar ki, etkilenmemeniz mümkün değil. Fotografları yakında facebook'a yükleyebilirsem de ne demek istediğimi daha iyi anlatabileceğim.



Barselona'yı gezerken tek bir sorun vardı: Soğuk! Hatta ayaz... Müzeler soğuk, dışarsı soğuk. Isınmak için arada girip dükkan dolaşıyordum artık. Hatta soğukta beklemeyi gözüm yemediği için ilk gün kapıdaki uzun kuyruğa girmeden sadece etrafını dolaştım. İçeri girmek Perşembe gününe kısmet oldu ve iyi ki de tekrar gitmişim. İnanılmaz bir mimari, kusursuz bir yapı... Keşke adamcağıza tramvay çarpmasaymış da bitirebilseymiş eserini. 1926'dan bu yana hala bitmemiş, tepesinde sürekli vinçler var. 100. ölüm yıldönümüne kadar tamamlayıp açmayı hedefliyorlar ama zaten şimdiden de kilise olarak görev görüyor.

Eğer Barselona'ya havanın sıcak olduğu ya da soğuğun dayanılabilir olduğu bir zamanda giderseniz, Sagrada Familia'nın dışına da uzun zaman ayırmanızı tavsiye ederim. Hatta ön ve arka cephesini rahatça görebileceğiniz birer kafede oturup bir yandan kahvenizi yudumlarken, bir yandan da uzun uzun inceleyin. Her saniye yeni bir şey keşfediyorsunuz, gerçekten inanılmaz bir eser. Yalnız Carrer de Mallorca tarafındaki açıkhava kafeye oturursanız aman dikkat! Hem kazık, hem de çalışanları bir odun!

Çeşit çeşit leziz tapas'lar
Geziniz bittiğinde muhtemelen karnınızda acıkmış olacağından arka sokaklara dalıp açık büfe tapas sunan lokal yerleri deneyebilirsiniz. Ne kadar ara sokaklara doğru girerseniz fiyatlar o kadar düşüyor ama lezzet hep iyi. Hatta Carrer de Sardenya üzerindeki Aitor'u tavsiye ederim. Açık büfe 13Euro, üstelik garsonda pek bir yakışıklı. Yani hem karnızın doyar hem de gözünüz gönlünüz açılır :)



Barselona gezisine Sagrada Familia'dan başlamak mantıklı çünkü şehir denize doğru hafif yokuş aşağı gittiğinden yürümek daha kolay oluyor gün ilerledikçe. Buradan Carrer de Provença üzeriden La Pedrara'ya geçebilirsiniz. Bu ikisi tüm bir gününüzü alabilir, benden söylemesi... Ve her ikisinde de mutlaka audioguide alın (4Euro)...

La Pedrara'dan sonra ise artık günlük sanatsal yükleme yeterli olacağından istikamet Las Ramblas olmalı. Paris'teki Champs Elysées tadında uzun bir cadde burası. Cadde 5 ayrı kısımdan oluşuyor ve her bir bölümünde "La Rambla" ile başlayan bir ismi var. Dolayısıyla topuna birden Las Ramblas demiş adamlar...

Birbirinden şık ve ünlü mağazalar sıralanıyor cadde boyunca... Louis Vuitton, Hermes, Swarovski, Burberry's vs vs... Fırsat bu fırsat daldım ben de LV'dan içeri... Geniş geniş bir tur attıktan sonra elimi bir ceketin fiyat etiketine uzattım: 1.300Euro! Derken bir elbise, 2.000Euro... Kafasında az evvel "ne alırsan 1Euro" magazasından alınmış kulak ısıtıcısı olan biri olarak artık oradan çıkmam gerektiğini anladım o an. O kapıdan bir kez daha girdiğimde cebimde bir şey alıp çıkmaya yetecek param olacak umarım. Ama o kadar parayı onlara verir miyim, işte ondan hiç emin değilim.

Hostele dönmeden evvel bütün gün gene bir şey yememiş olduğumdan kendimi Passeig Gracia ve Carrer de Consell köşesindeki Tapa Tapa'ya attım. Ve günün notlarını yazarken 2 tane "tinto de verano" ile sürüsüne bereket (özellikle de deniz mahsullü) tapas indirdim mideye. Tinto de verano İspanya'daki favori içkim. Buzlu limonlu kırmızı şarap oluyor kendisi. Tabii bu soğukta değilde yazın içmeli zaten adının anlamı da "yaz şarabı". Hafif Sangria ayarında ancak içerisinde bacardi ve vokta olmadığından gün içinde içmeye daha uygun... Bu arada tapaslarda da kırmızı et ve deniz mahsullü olanları öneririm nerede yerseniz yiyin. Ne de olsa burada jambon ve her türlü deniz mahsülünün en tazesini bulabileceğiniz bir ülke. En son İstanbul'daki balıkçının "kalamar var mı" sorusuna "taze yok, ispanya'dan gelen dondurulmuşu var" cevabına karşılık Barselona'da tıka basa yedim valla. Bu seçenekler hoşunuza gitmediyse daha bir sürü tapas kombinasyonu var. Sadece Tapa Tapa'da bile 59 alternatif var, düşünün artık.

Bu arada Ankara Tunalı Hilmi caddedi üzerinde de Tapa Tapa bir yer var ama buradaki ile bağı var mı bilmiyorum. Artık Ankara'ya gidip bunu öğrenmek de farz oldu :)

Bu arada garsonun "afiyet olsun" demesi de ilginçti tabii. Fas'tan gelmiş kendisi, adı Adil. İkide bir gelip Türkçe bir şeyler söyledi, çok şirin. Barsolan'da son gün gittiğim Juan Miro müzesinden çıkarken pasaportumu geri veren çocuk da "teşekkürler" dedi zaten. İspanya'da Türkiye'yi görmemiş, duymamış olan yok gibi...

8 Ocak 2011 Cumartesi

barselona'da neler oldu? part I

21:02

Evet biliyorum çok ihmal ettim bloğu... Arada Barselona bitti, bugün Roma'ya geldim ama blog sessiz kaldı  maalesef. Roma'da ilk günü dinlenmeye ayırmışken şimdi açığı kapatabiliriz. Zaten aslında yazıyordum da bloga geçiremiyordum. Bilgisayarı sırtlamaktansa kağıt kalemle dolaşmanın daha az sırt ağrısı yapacağı düşüncesiyle notlar almaya başlamıştım. Malum zaten eşşek ölüsü bir fotograf makinesi ile dolaşıyorum, bir de netbook fazla oluyordu. Ama bu sefer de dolaşıp durmaktan oturup aktaramadım işte.

Bir de Madrid'in yorgunluğu mudur yoksa Barselona'nın büyüklüğü ve karmaşıklığı mıdır neden bilmiyorum, gezi performansım dadüştü. Gezdikçe gezdim, gene günde 8-9saat yürüdüm ama gene de şehrin bir çok yerini göremeden süre doldu maalesef. Neyse artık, bir daha gideceğiz mecburen :P

Bu arada daha Madrid ile ilgili yazacaklarım da bitmedi ama onları daha sonraki bir zamana bırakıp biraz da Barselona'da neler olduğunu anlatayım.Ve umarım, malum balık hafızam yeniden Madrid'e sıra gelene kadar her şeyi hatırlamaya devam eder. Unutmayayım diye bir yandan da otu .oku fotografladım zaten :)

Barselona'ya gelişim biraz küfürlü oldu açıkcası. 15 kiloluk valizi sürüklerken, sırtımda da çanta ve boynumda fotograf makinesi sürüne sürüne oteli bulduğumda saat 9 olmuştu. Havaalanına inişim saat 7... Hostele gelmek için bindiğim trenden sonra bir de kayboldum sokaklarda. Önce bir yanından geçip gitmişim hostelin yanından. Ama suç benim değil, hostel bir apartmanın 1.katındaymış meğer. Pansiyon müdavimi bir insan olarak, giriş katlarında aradım tabi ben.

Kapı numaralarına baka baka giderken 70 numaraya tam geliyordum ki sayılar atladı bir anda (hosteli ıskaladığım an). Elimde harita salak salak bakınırken yanıma muhtemelen 70lerinde bir amca yanaşıp, muhtemelen Katalanca bir şeyler demeye başladı. Bir yandan ona "amcacım iyi diyorsun, hoş diyorsun ama ispanyolca bilmiyorum ki ben" demeye çalışıp bir yandan "nerede Allahım bu hostel" şeklindeydim. Amca da sağolsun hiç istifini bozmadan konuşmaya devam ediyordu :) Böyle durumlarda hep çocukluğumuzun kahramanı Lassie dizisinden klişe repliği gelir aklıma: "Lassie bize bir şey anlatmak istiyor. Bize ne anlatmak istiyorsun Lassie?". Bir türevi de Flipper'da yaşanırdı bunun hatırlarsınız.

Neyse baktım amca bir yerler işaret ediyor, başladık yürümeye beraber. Ve amca yürürken de konuşabiliyordu hala! 1 blok geri yürüdükten sonra sonunda hostel tam karşımızda idi. Vallahi de billahi de elini öpmek istedim amcanın o an!

Bu kısımdan çıkartacağımız ders şu ki: Madrid'den Barselona'ya uçakla değil, trenle gidilmeli. Değmiyor valla o eziyete...

Hostel süper sempatik bir yerdi bu arada. Eğer bir kaç kişi aynı odada kalma sıkıntınız yoksa - kişi sayısı 10u bulabiliyor - Alberguinn çok doğru bir seçenek olabilir. Hostel sitelerindeki puanlaması da çok iyi zaten. Hem temizlik ve düzeni, hem de personeli dört dörtlük. Bu arada odalar kızlı erkekli, yani "kalırım canım 10 kişiyle" diyorsanız bunu da hesaba katın.

Oda konusunda ise oldukça şanslıydım ben zira 2 kişilik oda verdiler bana. Üstelik oda da 2. bir kişi de yoktu. Tek sıkıntı kapıda handikaplı işareti olmasıydı, e bende duygusal özürlü olduğumdan çok da hatalı bir konumlandırma değil sanırım :P İtirazı olan?

Barselona'da daha ilk geceden attım kendimi dışarı (şu an elimi kıpırdatacak halim yok işte o yüzden zaten). Hostel'in yakınındaki yerel bir bara gittim. Amaç bir şeyler atıştırıp, yazı yazmak ve tabii ki de içmekti.

Bu arada geçen seneki alkol orucundan sonra bayağı azaltmıştım içmeyi ama sanırım bir alkolik olarak bitireceğim bu geziyi ben...

Barda gene kimse ingilizce bilmiyordu tabii. Hadi Madrid'de gene İspanyolca anlaşıyorduk da bunlar da Katalanca konuşuyor mübarekler! Neyse anlaştık öyle böyle, zaten birayı tutturduktan sonra gerisi yalan :P
Bir saat oturdum yazdım notlarımı arada da 2 katalan abi ile tanıştım, hatta biri ısrarla "ben gezdireyim seni" diyip telefon numarasını da verdi ama aramadım bile ne yalan söyliyeyim. Zaten sanırım onun nazarı deydi de bi türlü adam gibi gezemedim şehri...

Bir sonraki yazı Barselona'da ilk gün...
a


P.S: Barselona'ya yolunuzu düşerse ve hostelde kalırım diyorsanız gitmeden inceleyin... http://www.alberguinn.com/en/

4 Ocak 2011 Salı

magma tabakasına kadar indiğim anlar...

02:30 (bloga yazayım diye uyumayacağım herhalde yakında)

gezip gördüklerim anlatmaya devam edeceğim ancak turistik konulara 2 dakika ara verip başka konulara geçelim haydi. zira gezilecek mekanları rehberdi, internetti bulmanız kolay. bu devamı gelmeyecek demek değil tabii, hatta şu an yazılacaklar o kadar, o kadar birikti ki arayı nasıl kapatacağım bilemiyorum. malum balık hafıza da olduğumdan şimdi anlattım anlattım sonra bi buralara geldiğimi hatırlarım o kadar :P

yolculuk sırasında gerek basiretsizlikten, gerek dikkatsizlikten ve gerekse bilmemezlikten rezil olduğum pek çok an oldu. korkarım daha da olacak, o yüzden bu yazı bir itiraf köşesi olarak kalacak ve yenileri yaşandıkça ekleyeceğim. hem böylece geldiğimde anlattığımda "haha salaaak salaak" deyip de bana gülmenize de denk gelmem :).

Madrid / Thyssen Müzesi, günlerden muhtemelen 30 Aralık...
İspanya'da çok takdir ettiğim bir olay var müzelerde. Adamlar normal şartlarda bir rehber ve hatta sanat profesörü ile gezdiğiniz de duyacağınız detayları kaydetmişler. Üstelik öyle küt küt de değil, önce eserin dönem ve ekolüne uygun bir müzik başlıyor üzerine açıklamaları dinliyorsunuz. Resimdeki fırça darbelerinin mantığından tutun da, dönemindeki veya tarih/din/mitolojideki ilham kaynağı olaya kadar her şeyi öğreniyorsunuz bir çırpıda. Kayıtlar, yanda gördüğünüz tipi cihazlardan, eserin yanındaki referans numarasını tuşlayarak kolayca dinlenebiliyor. Denk gelirseniz 3e 5e bakmayın alın derim zira pek enteresan detaylar olabiliyor. Zaten herbir eseri de anlatmadıklarından boğmuyor...
Neyse gelelim asıl hikayeye... İlk gezdiğim müzede gidip standdan aldım aleti, başladım müzeyi gezmeye. Açıklamalı ile eser denk geldim, ref numarasını girdim ama bir terslik var duymuyorum bir şey. Akşam da - gene - çok içtiğimden olacak basmadı kafam dedim ki "kulaklık vermeyi unuttu herifler"... Oradaki güvenlik görevlisine gittim (her köşede var bir tane) kulaklık yok falan anlattım ya da anlamadım ki uyandıramadı beni orada. Haydaa 2 kat inip gittim adamlara geri ve nerde bunun kulaklığı dedim. Demez olaydım... Adam "hanımefendi kulağınına tutacaksınız bunu, ahize gibi" dedi ve ben işte o an - itiraf.com un deyimi ile - magma tabakasına ulaştım.

Madrid / Havaalanı metro istasyonu, 28 Aralık...
Uçaktan indim bismillah, metroya binip Nuria ile buluşmaya gideceğim. Rehberde de metro ve trenlerde daha ucuza seyahat etmeyi sağlayan 10 kullanımlık biletler olduğunu rehberde okumuştum. Gittim gişeden aldım bileti, bizim akbilinkine benzer turnikeye soktum, aha gitti bilet! "nerede lan bu, o kadar para verdik nereye gitti" diye salak salak bir turnikeye, bir etrafıma bakındıktan bir süre - magmaya iniş süresine eş - sonra biletin turnikenin ilerisindeki bir delikten çıkmış bana bakmakta olduğunu gördüm... ve tabii sanki bininci geçişimmiş gibi aldım geçtim hemen :)

dahası var daha var,
a

2 Ocak 2011 Pazar

Obezim evet ama sadece yiyip içmedim, gezdim de / 1


24:13

Herhangi bir Avrupa kentini gezecekseniz tek bir rehber kitap serisi tavsiye ederim: Dost Yayınevi'nin Cartoville serisi… Aslen Fransız olan Guides Gaillamard’ın Türkçe versiyonu olan bu seri kesinlikle çok başarılı. Aşağıdaki yorumlarda adres vermeme sebebim de bu rehber kitap da hepsinin yer alıyor olması. Oldukça kompakt bir şekilde şehirleri parçalara bölerek, her birini ayrı haritası ve detayları ile anlatıyor. Tüm kitapçılarda, tüm önemli şehirler hakkında bir tane bulabilirsiniz. Berlitz’in küçük kitapçıklarını asla tercih etmeyin, her ne kadar kompakt gözükseler de kısa turlar için doğru bir tercih değil. Bu yazıyı çıkış almanızda da yarar olabilir :).

Madrid çok büyük bir şehir değil. Ortalama 5 milyon nüfusa sahip Avrupa’nın en genç başkenti. Tarihte Madrid’i bir başkent potansiyeli olarak görmeleri uzun zaman almış. "Pınarlar Mekanı" anlamına gelen ismi Magerit, Magrit derken Madrid haline gelivermiş. Nüfusunun çok azı genç ve metrolardaki 15-20 basamağa denk gelen yürüyen merdivenlerin sebebi de bu sanırım. (Yılbaşı akşamını topuklu ayakkabılarla kilometrelerce yürüyerek geçirdiğimden yürüyen merdivenlerin bu durumuna şükrediyorum).

Madrid’in sembolü kocayemiş ağacı ve ayı. Ağaç çiftçileri sembolize ediyor, ayı ise ticareti muhtemelen. Zira ticaretin ana geçim kaynağı olduğu Berlin gibi pek çok kenti düşünürseniz bu ihtimal çok mantıklı.

Madrid kesinlikle yürüyerek gezilmesi gereken bir şehir, zaten o kadar da büyük değil. Haritada “allahım yürünmez bu mesafe” dediğiniz yerler 10dk da bitiveriyor. Otobüsle panoromik turlara katılmaya hiç gerek yok. Ama Plaza Mayor’daki merkez turizm ofisine gidip Essential Madrid turlarına katılmak mantıklı. İlki oldukça başarılı, ikincisinde pek ilginç bir şey yok ancak rehberli tur tek başına gezip bir yandan da rehber kitapçıktan “ben neredeyim, bu bina da neyin nesi”ni arama yükünü ortadan kaldırıyor. Dahasını isteyenler bisiklet ya da segway ile yapılan turlara katılabilir. Ama en güzeli kendi kendine sokaklarda kaybolmak çünkü Madrid size her köşe başında bir sürpriz sunabilen bir şehir…

Şehirdeki enteresan öğelerden biri de yaşayan heykeller… Hiç beklemediğiniz ara sokaklarda gazete okuyan ya da bir yerlere bakmakta olan heykellere rastlamak mümkün. Dedim ya bu şehrin her yanı sizi şaşırtmaya hazır.

Ama gelir gelmez bir MadridCard almakta yarar var 50 müze ve bir çok eğlence/yeme-içme mekanında indirim sağlıyor size. 1, 2 ve 3 günlük alabilirsiniz fiyatı 30-35Euro civarında.

Konaklama içinse fazla rahatınıza düşkün değilseniz hosteller 40-50Euro civarında. Ya da benim gibi craiglinst’ten oda bulabilirsiniz kendinize. Hazır referans verebileceğim birkaç kişi de varken bana sorun daha iyi :).

1. Bölge / Palacio Real

Palacio Real (Kraliyet Sarayı)
2.800 odasından sadece 50’sinin ziyarete açık olduğu sarayı gezme şansım olamadı bu sefer maalesef zira tatil nedeniyle Taksim meydanından Galatasaray’a uzayabilecek bir sıra vardı kapısında. Dönemin kralı daha önceden burada olan Mağribi kasrını pek sahiplenemediğinden 1734’te çıkan yangına seyirci kalmayı tercih edip, 1764’te kalıntıların üzerine Neo-Klasik tarzda bir saray inşa ettirmiş. Tadını da kendisi değil oğlu çıkarmış (Bu söylediğim Madrid’de göreceğiniz pek çok saray için geçerli).
Sarayın kendisi kadar kapısındaki askeri tören de ilgi çekici. Atlı askerleri turu ve bando grubuna denk gelirseniz ihmal etmeyin.

Muralla Arabe (Arap Duvarı)
Palacio Real’in yanındaki kiliseyi geçtikten hemen sonra sağda… Ortaçağda Madrid’e hüküm süren Mağribilerden kalma sur kalıntıları. Yenikapı surları ne kadar ilginizi çekerse bu da o kadar ilginç işte. Yazın konser düzenlenen bu mekanda vakit kaybetmeyin derim ben.

Basilica de San Francisco El Grande
13. yydan kalma manastır temelleri üzerine 18. yyda inşa edilen yapı 33metrelik kubbeye sahip  kilisede Goya ve Velazquez gibi İspanyol ressamların eserleri yer almakta. İçini gezemediğimden çok yorum yapamıyorum ama “o kapısı”, “bu kapısı” diye pek çok yere sahip Madrid’deki en tehlikeli kapı burada. Şunu bir açıp geçseniz sakat kalmanız garanti :).

2. Bölge / Plaza de la Puerta Sol – Plaza Mayor

Turizm ofisinden alacağınız turu ile bu bölgenin tüm temel yapılarını dıştan da olsa tanıyabilirsiniz. Fransızca bilenlere, İngilizceniz de olsa özelikle Fransızca tur almalarını tavsiye ederim zira daha az kişi olacağından daha keyifli olacaktır. İspanyolcanız iyi ise İspanyolca turu alın, rehberi çok yakışıklıydı :P

Plaza de la Puerta del Sol (Güneş Meydanı)
18. yydan kalma sarayın dikkat çektiği meydan bizim Taksim Meydanı gibi popüler bir buluşma mekanı. İspanya karayollarının başlangıç noktası olan bu noktada ayaklarını 0 noktasına koyarak fotograf çektirmek pek meşhur. E meşhur olanı yapmak da farz olunca…

Plaza de la Puerta del Sol’de Yılbaşı
Yılbaşı kutlamalarında da Sol gene tek geçiyor. Meydandaki sarayın saat kulesindeki top saat 12yi vurmak üzereyken yavaşça saat hizasına iniyor ve merkeze geldiğinde yeni yılı karşılayan yüzlerce kişinin çığlıkları kaplıyor meydanı. Yeni yılı karşılarken adet 12 tane üzümü saatin 12 kere vuruşu esnasında yiyip bitirmek. Üzüm gibi oldukça çabuk mideye indirilebilecek bir şey olsa da garanti ederim ki çok zor. Üzümlerin anlamı ne bilmiyorum hala ama öğrenince onu da paylaşacağım.
Madridlilerin çoğu aynı ritueli bir gece önce ayın 30unda yapıyor, anlaşılan turistlerden restoran/bar çalışanları kadar yer halk de sıkılmış durumda. Ama 30unda yenirse kötü şans getireceğine inanıldığından üzüm yerine haribo gibi ebat olarak benzer, yemesi kolay şeyler tercih ediliyor. Bu seremoni bittikten sonra ise herkes geceye devam edeceği mekanlara yönelmekte… Beni ne yaptığımı daha sonra göreceksiniz :)

Plaza Mayor (Ana/Büyük Meydan)
Prado Müzesi’nin de mimarı olan Villanueva’nın 18. yy başında tasarladığı meydanın ortasında 3. Felipe’nin heykeli yer almakta. Dört cepheli alanın bir cephesi 2. Felipe kalanı ise oğlu 3. Felipe (klasik Madrid hikayesi) tarafından inşa ettirilen 200x100 metrelik meydana alana kemerli9 farklı kapıdan giriliyor. Döneminde meydanda yer alan dükkanlar nedeniyle ayrı zamanlarda inşa edilen 2 kısma Fırıncılar (Casa de la Panaderia), Kasaplar (Casa de la Carniceria) adı verilmiş. Meydana bakan tam 400 balkon var ve ana bina haricindeki kısımda o zamanla halk oturduğundan kral misafirleri için burada yer kiralarmış. Bir zamanlar engizisyon mahkemelerinin kurulup boğa güreşlerinin yapıldığı şehrin bu önemli merkezinde yılbaşı öncesi pazar kurulup, çeşitli bireysel gösteriler sunuluyor. Önlerindeki kutulara para attıkça hareket eden heykel insanlar ve dev baloncuklar oluşturup özellikle çocukları çılgına çevirenler harikaydı doğrusu.

Şimdilik bu kadar, fotograflar ve devamı çok yakında :)
a